Bu yakınlarda Konya’ya gittim. İki tam gün bu seyahatte yiyip içtiklerim dâhil her anını anlatmak istiyorum. Bu yazıyı okuyacak fakirleri ve yediği türlü çeşit taamı anlatıyor “görgüsüz herif” diyenleri peşin peşin uyarıyorum, okumasınlar. Ya da “sonradan görme” bu halime iler-tutar eleştiri getireceklerse başımın üstünde yerleri var.
Bir zamanlar doğada özgürce dolaşan, her türlü hava şartlarında gezen, bir bölgede yiyecek kalmayınca başka bereketli bir mekâna taşınan insanlar ne kadar mutlu idiler. Gezdikçe yeni insanlarla tanışır, kültürel alışverişlerle zenginleşir, dünyayı yaşanılır yer görürlerdi. Oysa şimdi küçük bir odada kıstırılmış, bilgisayar başında pineklersin. En fazla evin mutfağına uzansan da tıkılıp kalmışlık duygusu kuşatır insanı. Üstelik okumak ya da yazmak için bilgisayara 18 saat eğilince belfıtığı bile başlamış olabilir.
Yürümenin Felsefesini okumuşuz. Flanör diye gezgin türünü biliyoruz. Aylaklığa övgüler var.
Bu böyle gitmez deyip Konya’ya gitmeye karar verdim. Günde en az yirmi bin adım atma imkânı tanıdım kendime. Nasıl olsa hızlı tren var ve 65 yaşından gün alanlara yarı fiyatına. Ben karar verince hanım da Konya Muhacir Pazarını ve Avrat pazarını gezip niyetine aldığı alışverişler için eklemlendi bana. Çoğu zaman odasında dizileri izlemekle yetinmek zorunda kaldı.
Biz mücahitler, eskiden dava adamı iken gideceğimiz şehirde arkadaşların evinde misafir olur, kalacak yer derdine düşmezdik. Hanım da olunca öğretmen evinden bir oda tuttum. Ne de olsa konformist sayılırız artık ve bu yaşta gece uyanınca, odada gezinince, birkaç kere tuvalete gidince ev sahibini rahatsız ederiz endişeleri bizimle.
Tek başına bir toplantıya gitsem bile tek kişilik oda diye bütçeyi zorluyorum. Okumuş adam diye bir namımız var, öksürüp tıksıran, horlayan, gürültü ile hareket eden yanımı görmesinler. Hayatta iz bırakmak için her yere çöp atmamı anlayışla karşılamalarını beklemek fazla iyimserlik olur. Dışarıda el içine çıkacak hale bürünmeyi başarıyorum ancak. Yalnızken yattığı yerden belli olan aslandan çok ayıya benzetenler var, evin içinde.
Tamam, ulaşımı hallettik, şimdi mesele konaklama.
Oteller binbir sürpriz içerir. Oysa Öğretmenevlerinde, mazbut insanlarla, muktesit öğretmenlerle bir aradasın. Aileye uygun mu tasasına düşmene gerek yok. Gerçi onlar beni “sivil” sayıp fiyatı yarı yarıya artırsalar da şikâyet edecek değiliz. Belki tek şikâyet sabahları “kahvaltı”da sunduklarını gıda sanmamız beklentisine sahipler. Her neyse o “şeyler”, ucuzluktan aldıkları kesin. Zeytin ekonomik krizden etkilenmiş ezme kıvamında, peynir daha çok alçıya benziyor, diğerleri de ne olduğuna dair tahmin hakkı tanıyor bizlere. Eh, güven ile kalite aynı yerde bulunmaz, deyip bağrımıza taş basıyoruz bu konuda.
Sabah erkenden YHT ile yola revan olduk. Konya tren garında inince Öğretmen evi bir km. mesafede imiş. Tabana kuvvet ulaştık oraya. Herkes herkese “hocam!” diyor. Beni de piri fani, sakallı görünce “hoca” sandılar. Artık imamla öğretmenin barıştığı bir döneme ulaştık. Eski gerilim yok aramızda. Mesleğimi tahmin hakkı tanıdığım herkes beni “imam” sanıyor. Öyle olunca veciz Arapça ile dualar sarfetmek zorunda kalıyorum. Böyle bir izlenim bırakınca sabahın saat onunda odayı hizmetimize sundular bile. Allah onlardan razı olsun. Yoksa otele gitseydik, oda yok, temizlenmedi deyip saat.14’ten önce anahtarı vermezlerdi.
Gerçi iki kişi karşılaşınca geçebilmek için yan dönmek zorunda kalsak da bütün Meram’ı seyredebiliyoruz odadan. Meram’ı bilenler bu ikramın nasıl bir güzellik olduğuna inanırlar.
Sürekli gezen, dolaşan ve toplum içinde insanlarla, doğada her türlü mahlûkatla iç içe olmaya çalıştığımdan her şehir bana aşina gelir. Konya’yı gezmeye, sabah aydınlığında ve erenler bereketi ile Heykel’in oradan başlıyoruz. “Alaaddin Tepesine hangi dolmuşla gidelim” sorusuna, “çok yakın Hocam, şuradan yürürseniz, zavadak varırsınız oraya deyince bir Konyalı sakin, tabanvaya yüklendik. Allah’ım Konya cimriler için ne mübarek bir şehir. Bak öğle yaklaştı, daha beş kuruş harcamadık.
(devamı var)